Röportaj: “Kısa tedarik zinciri kurmada yerel yönetimlerin şansı fazla”

Röportaj: “Kısa tedarik zinciri kurmada yerel yönetimlerin şansı fazla”

Oluşturulma Tarihi 17 Mart 2021

Vizyon 2050 Ofisi’nde Kırsal Alanlar, Tarım Politikaları ve Sağlıklı Gıdaya Erişim konusunda çalışmalar yürüten Berkan Özyer, CHP Yerel Yönetimler yayını olan haftalık “Belediye Bülteni”nin tarım ve gıdaya odaklanan sayısına röportaj verdi. “Tarım ve gıdada yerel inisiyatif” başlıklı sayıda yer alan röportajda Özyer, yerel yönetimlerin gıda politikalarındaki rolünü ve Vizyon 2050 Ofisi’nin çalışmalarını anlattı. Yayının tamamına buraya tıklayarak erişebilirsiniz.

2050 Vizyon Ofisi’ndesiniz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2050 vizyonunda yerelde tarımsal faaliyetlerle ve temiz/sağlıklı gıdaya erişimle ilgili nasıl bir vizyon çalışması var? 

BERKAN ÖZYER: Her şeyi tarihsel bağlama oturtmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. İki tane eğilimden bahsedebiliriz; biri daha uzun, diğeri daha kısa. İstanbul kurulduğu günden bu yana dışa bağımlı bir kentiz. Roma başkenti olarak 330 yılında kuruluyor. O günden beri hep çevresini sömüren bir kent. Çünkü İstanbul, kendi doğal kaynağı ve suyu bile olmayan bir yer. Dolayısıyla nüfus yoğunluğu hep çok olan bu yere gıda her zaman dışarıdan gelmiş. Önce o dinamiği cepte tutmak gerekiyor. Kentin en yoğun bölgesinde, tüketim odaklı fakat mümkün olan her yerde de küçük ölçekli dahi olsa üretim ağları oluşmuş. Bizans’ta da böyle, Osmanlı’da da. Fakat alımını dış çeperden yapıyor. Tahılını dışarıdan alırken mesela Mısır’dan almıyor. 

İstanbul çevresinde ne var? Sulak alanlar var. Meyve sebzeyi buradan karşılıyor. O zaman Bayrampaşa, Kadıköy kent dışı. Yani kent dışı meyve sebze oralardan geliyor. Ama kent büyüdükçe bu çeper daha da uzaklara doğru gitti. 20. yüzyıl itibarıyla tüketimin hızlanmasıyla birlikte dünyada da benzer bir şekilde üretim imajı kimliğinin azalması ve kentlerin tüketiminin karakterinin öne çıkması söz konusu oldu. İstanbul’da da bu var, net bir sınır çizmek zor, ama 1950’lerden 1960’lardan bu yana İstanbul için bir tüketim kimliğinden bahsediyoruz. Bu, rant gibi hepimizin bildiği şeyler yani. 

Yaşadığımız her krizle korkunç gıda bağımlılığının kırılganlık tarafını görüyoruz. Tedarik zincirindeki en ufak bir aksama dönüp dolaşıp muazzam bir gıda enflasyonuna neden oluyor. Bu sorun karşısında İstanbul yalnız değil, 20. yüzyılın önemli bir kısmını dünyadaki metropollerin büyük bölümü zaten böyle yaşamış. Bunu küresel anlamda öne çıkaran olay, 2008 krizi oldu. Krizde özellikle kentlerde gıdaya erişimin ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine merkezi yönetimler yerine yerel yönetimlerin inisiyatif alması gibi bir durum oluştu. Buradaki kırılmayla gıda, 2015 yılında Milano Expo’ya ana başlık olarak girdi. Oradan bir deklarasyon ortaya çıktı: Milano Urban Policy Pact. Bunun üzerine dünyada yeni ağlar kuruldu. Bilgi paylaşımı vb. çok hızlı gelişen bir süreç var şu an. Daha ziyade tüketim odaklı fakat bir kavramsal bir değişim var, gıda sistemi olarak geçiyor. 

Bütün üretim aşamaları, sosyal ağlar, tedarik/tüketim/döngüsel ekonomi basamakları, tüketim sonrası süreçler vs. hepsi bir sistem olarak değerlendirildi. Sistem dahilindeki bütün aktörlerin refahını sağlayacak ve adil düzen yaratacak bir bağlamla değerlendiriliyor artık. İstanbul için bizim söylemek istediğimiz ve önerdiğimiz bakış açısı bu. Biraz daha temel bir düzleme oturtmak istiyoruz. Gıda yardımı yapılıyor ve üreticilere destek veriliyor, fakat bütünsel bir çerçeveye oturtmak ve aralarındaki etkileşimi görmek bizim önerimiz. Ayni ya da nakdi yardım olabilir, ama o yardımın analizini yapmak, bu yardım sonucunda ne yapılacak, nereye gidilecek, görmek gerekiyor. Bir düzleme oturtulmadığı sürece bu adımlar bir değişiklikle (iktidar, yönetici değişimi olabilir) boşa düşebiliyor. Yapılanlar, bir seçimle veya belediye başkanı değişikliğiyle ansızın alt-üst olabilir. 

Dolayısıyla Vizyon 2050 olarak yapmaya çalıştığımız, bunları kalıcı bir bağlama oturtmak. Gıda tedarik sisteminin her alanına nokta atışı müdahaleler gerekiyor. Tarım sistemi öyle bir şey ki, sorunlar çok belli. Son kırk yıldır tarım adına yapılmış herhangi bir raporu okuduğunuzda sorunların aynı olduğu görürsünüz. Dönüp dolaşıp aynı belgeler üretiliyor, aynı şeyler tartışılıyor, fakat çözümde tıkanma var. Çünkü tarım ve gıda, hayatın her noktasına değiyor. Üretim, iklim, tarım üreticileri ve mevsimlik tarım işçileri tarafı var. Göç politikalarından, altyapıdan, lojistikten ve ekonomiden etkileniyor. Dolayısıyla bütünsel bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Üst başlıklar böyle. Meselede daha derine indikçe isabetli tespitlerde bulunmayı ve sağlam adımlar atmayı öneriyoruz. İstanbul bir üretim kenti olmadı, olmayacak. İstanbul asla kendine yetmeyecek, yetmemiştir zaten. Bir ahtapotun kolları gibi bütün etrafa yayılmış yapı yerine kendi üretim dinamiklerini destekleyecek bir yapı olması gerekiyor. Bugün İstanbul’da üretim yapmak gerçekten bir kahramanlık. Biz üreticilerle sahada da görüşüyoruz. O kadar kırılgan bir şey ki bu, bir sene boyunca yaptığınız her şeyin yok olması bir doluya veya yağmura bakar. O araziyi nakit paraya satmayıp üretime devam etmek gerçekten kahramanlık. Dolayısıyla burada en başta bir iade-i itibara ihtiyacımız var. Üretim kimliğinin önceliklendirilmesi gerekiyor. Bugün herhangi bir yerde üreticiyle konuştuğunuzda ilk şikâyeti, görünürlük yani saygı. Üretici kimliğinin saygı duyulacak noktaya getirilmesi gerekiyor. Üretici kimliğinin ait olduğu yere getirilmesi lazım. Bunun dışında bizim yapmaya çalıştığımız, çeşitli saç ayakları oluşturmak. Öncelikle üretim kapasitesinin artırılması. Bunun için öncelikle analiz yapılması ve veri alınması gerekiyor. Gıda sistemi, veri yokluğu çeken bir konu. Ne nerede üretiliyor, kim üretiyor ve tedariki kim sağlıyor bilmiyoruz. Devlet ve yerel yönetim de bilmiyor. Bunların araştırılması oldukça önemli. Bu veriler tutuluyor, ama analiz yapacak şekilde tutulmuyor. Bunun bir şekilde yapılması gerekiyor. Üreticinin üretim potansiyelinin artırılması ve üretim süreçlerine dair tespitlerin yapılması elzem. 

1950’de tarımda Yeşil Devrim denen bir süreç yaşanıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra elde kalan ilaçlar tarımsal zehir olarak kullanılıyor. Orada konvansiyonel tarımın bir zinciri ve pazara yönelik üretim olduğu için minimum zamanda maksimum ürün elde etmek dürtüsü var. Belli ürünlere odaklanılıyor zaten, tek tip tarımla devasa bir alanda tek ürün üretiliyor, topraktan daha fazla verim alınıyor. Fakat bu toprağı yoran bir şey. Sistem bunu yapmak için kimyasal gübre kullanmanıza yönlendiriyor sizi ya da bu zaten tohumdan başlıyor. Uygun olmayan bir coğrafyaya belli bir tohum kullanmanız gerekiyor. O tohum, o bölgenin havasına, suyuna, o bölgedeki böceklere, zararlılara dirençli olsun diye de bu sefer pestisit kullanmanız gerekiyor. Bu sefer toprağın kullanamayacağı büyüklükte ürün çıkıyor, mesela mısır. Akabinde toprağı kimyasal gübreyle güçlendirmeniz gerekiyor. Bu, böyle bir üçgen. Bu sisteme bir kere girdiğiniz zaman hepsini kullanmanız lazım. İşte, bunu kıracak modeller var. Ekolojik tarım, agro-ekoloji ya da onarıcı tarım alternatifleri. Bunlar yüz yıl öncesine kadar ana akım yöntemler. 1950’li ve 1960’lı yıllardan sonra alternatif tarıma dönüşmüş. Bunu yeniden ana akımlaştırmak lazım. 

Yerel yönetimlerde öncelikli olarak bu dönüşümü beslemeli, destek vermeli. Buna da adil dönüşüm deniyor. Yapılması gereken, sahada üreticilere eğitim verilmesi, üreticilerin dayanıklı hâle getirilmesi. Bunların bir arada olduğu üretimi ve destek modelini öneriyoruz. Bu, tabii çok zor, çünkü siyaset haklı olarak gündelik sonuçlara odaklanıyor. Türkiye’de yaşadığımız iklimle hızlı sonuçlara muhtaçlar. Vizyon önerdiğinizde hariçten gazel okumak oluyor, onun farkındayız. İcraatçı tarafın dinamikleri farklı oluyor.

Üreticilerin temel sorunlarının başında girdi maliyeti geliyor. Ekolojik sistemde girdi maliyetini azaltıyorsunuz, çünkü girdilere bağımlılığı ortadan kaldırıyorsunuz. Fakat dönüşüm sürecinde üreticilerin desteklenmesi gerekiyor. Çünkü verimde önce düşüş oluyor, sonra yükseliyor. Dolayısıyla o dönemde yerel ya da merkezi yönetimin teşvik etmesi ve imkân sağlaması gerekiyor. Sonraki sorun, pazara erişim. Pazarlamada ciddi sorunları oluyor. Burada da en temel ve bilindik yöntem, üretici örgütlenmesi ve kooperatifleşme. 

Belediyelerin kooperatifleşmeyi desteklemesi oldukça önemli. Türkiye’de kooperatif kelimesine karşı bir hassasiyet var. Yapı kooperatiflerinden ve siyasi, ekonomik sonuçlardan kaynaklı kötü bir miras var. İnanç düşük. İnsanlar dürtüsel olarak nereden para kazanacağına bakıyor. Bunu eleştirebiliriz, ama hepimizin gündelik hayatta yaptığı alışverişi ve ticaret tercihlerini üreticiler de kendi alanlarında yapıyor. Böyle bir sistem kurup üreticileri buraya yönlendirmek gerekiyor.

Pazarlama tedarik yöntemini garanti altına almak gerekiyor. Toptan alımlar konuşuluyor, ben çok katılmıyorum, çünkü üreticilerden toptan alım yapılınca tembellik oluyor. Toptan alım durduğu an, o zamana kadarki bütün yapılanma bir anda çöküyor ve bir bağımlılık ilişkisi kuruluyor. Yerel ya da merkezi yönetimlerin aracılığın güvenliğini almaları gerekiyor. Tedarik kısmında bunu yaptıktan sonra da pazarlama ve markalı ürün konusu var. 

Türkiye’nin en önemli sorunu, tarımda hammadde tedarikçisi. En bilindik örnek, fındık. Fındık var, bir de Nutella var. Fındıkta dünya devi ama pazardaki sözü fiyat belirleme açısından sınırlı. O yüzden de markalaşmayı sağlamak ve ürün çıkarmak gerekiyor. İstanbul’da öne çıkan ürünleri belirlemek -coğrafi ürün tesciliönem kazanıyor. İstanbul’un bir tane coğrafi ürünü var: Şile Bezi. Başka ürün yok. Öneriler ve başvurular var, fakat hâlihazırda ürün yok. Onu artırıp şık, katma değerli, faydası olan bir ürüne dönüştürmeli. İstanbul’da esasında çok fazla şey var, klişe gibi geliyor, ama hakikaten medeniyet beşiği bir yerden bahsediyoruz, 1.600 yıl boyunca dünya tarihinin en kalabalık kentlerinden biri olmuş, başkent olmuş, her milletten insanın buluştuğu bir yerden bahsediyoruz. Kullanılmamış muazzam bir potansiyel var. Markalaşmayı destekleyecek adımlar gerekiyor. Bunun devamında tüketimin bilinçlendirilmesi gerekiyor. Üreticilerin tekelleşmesi tüketimde de söz konusu. Üreticilere pestisit satan firmalar dört beş tane dünya pazarının %80’nini nasıl kontrol ediyorsa, tüketim tarafında da böyle bir perakende zinciri tekelleşmesi var. Gıda egemenliği dediğimiz kavram, tekelleşmeye karşı olarak üreticilerin, tüketicilerin alım ve satım tercihlerini yapma hakkından geçen bir kavram. Zincir marketlerin, yerel marketlerin, indirim marketlerinin her yeri kaplamasının böyle bir negatif sonucu oldu. 

Birkaç gün önce istatistik ofisinin yayımladığı bir rapor vardı. İstanbul’daki bakkalların veresiye defterleri üzerinden çalışma yapmışlar. Pandemi zamanı veresiye defterlerindeki kayıtlar ciddi oranda artmış. En büyük rahatsızlığınız nedir diye sorulunca, market zincirlerinin artması yanıtı geliyor. Yapılması gereken, hayatın her alanında alternatifleri çoğaltmak ve tekelleşmenin önüne geçmek. Belediyelerin bunu yapacağı alanlar ve yasal dayanakları var. Büyükşehir kanununa sonradan eklenen bir madde var biliyorsunuz. 7. madde 6. bent, gıda ve hayvancılık konusunda büyükşehir belediyeleri her türlü politikayı geliştirebilir diyor. Ucu açık bir alan, her şey yapılabilir. Döngüsel ekonomiyi burada sağlamak gerekiyor. Dünyanın ve Türkiye’nin israf gibi muazzam bir sorunu var. Belediyelerin burada yapacağı çok şey var. Dolayısıyla 2022, 2030, 2035 veya 2050 olsun, yıl fark etmeksizin önerdiğimiz ve umut ettiğimiz şey, herkesin faydalanabileceği, atığın minimuma çekileceği, alternatiflerin olduğu, iklim dostu bir sistem kurabilmek.

Bu alanda istatistiki verilere ne zaman ulaşabileceksiniz? 

BERKAN ÖZYER: Bunu bir sene sonra söyleyebilirim. Çalışmaların sonlaması için bir sene sabretmemiz gerekiyor. Fakat gıda sisteminde veri çok sorunlu bir konu. Devlet ve yerel yönetim her veriyi alıyor, fakat veriyi analiz edecek gözle almıyor. Gıda da öyle. Ticaret Bakanlığı’nın 2012’deki yasayla kurduğu bir hal sistemi var. Süpermarketlerde görürsünüz, meyve-sebze üzerinde barkod vardır, her ürünün takibi yapılıyor esasında. Hangi üretici aldı, hangi aracıya veya tüccara verdi, hangi perakendeci aldı, hepsi biliniyor hem de fiyatlarıyla. Fakat bu, tekil olarak kaydediliyor, sistemin öyle bir sorunu var. Hal üzerinden görebildiğimiz veriler var, bütün resmi vermiyor. Tahminler var, fakat biz haritalandırma yapmaya çalışıyoruz. İstanbul’un gıdası nereden geliyor? Yakın çepere nasıl döndürebiliriz? Marmara’da çok bereketli topraklar var. Bu süreç ulusal ve bölgesel politika gerektiriyor. Marmara belediyelerinin birlikte hareket etmesi gerekiyor. Aracının mesafe açısından yakın olması, kısa tedarik zinciri diye geçiyor. Öyle olursa karbon ayak izi de azalıyor, aradaki kayıp da azalıyor, daha hızlı geliyor vb. 

Projeksiyonu henüz kuramadık, fakat önceliğimiz bunu yapmak. Amacımız, tedarik zincirini kısaltmak. İki türlü kısaltmak istiyoruz. Birincisi mesafe açısından kısaltmak. İkincisi, aracı bağlamında kısaltmak. Şu an Türkiye’deki gıda tedarik sisteminde çok aracı var. Herhangi bir gıda enflasyonunda aracılar en kolay suçlanan kesim. Suistimal da vardır elbette, ama bunun dönüp dolaşıp geldiği yer denetim sorunu. Örgütlenme olmadığı için şu anki tedarik ve gıda sisteminde aracılara mahkûm bir durum söz konusu. Fakat üretici örgütlenmesi ve kooperatifleşme olmadığı için arada o görevleri yapacak biri gerekiyor. Bunlar da aracılar ve tüccarlar. Sistem vurgusunun önemi oradan geliyor, bütünsel değerlendirmediğimiz zaman çok eksik kalıyor. Ali Ekber Yıldırım dün ya da önceki gün şunu sormuş: Gıda enflasyonunu azaltmak için bugüne kadar neler yapıldı? O kadar gündelik, saçma sapan şeyler yapıldı ki, işe yaramayacağı o gün söyleniyordu, yaramadı da.

Yerel yönetimlerin şansı biraz daha fazla. Üreticilerin ve belediyelerin bir araya gelmesi, tedarik sürecini kısaltacak adımlar atılması konuşuluyor, ama sürecin hızlandırılması önemli. 

Gıda konusu her şeyin üzerinde. Herkesin hayatını ilgilendiren bir konu. Oysa tarım ve gıda konusunun en üst sıraya taşınması lazım. Bunu tesis etmeye çalışıyoruz. İstanbul dışa bağımlı olduğu için o kadar olumsuz etkileri olabiliyor ki, bu bakış açısını önermek her şeyin başında bir öncelik bizim için. 

Kırılganlık konusunda da sosyal yardımlar vs. üzerinden İBB’nin yeni dönem çalışmaları var. Veriler ışığında haritalandırma yapılıp nerelere öncelik verileceğine, yapılacak yardımların nasıl doğru planlanacağına dair önemli çalışmalar yapılıyor. İBB ekibi bu konuda ciddi hassasiyete ve bilgiye sahip. İşin sistemli ve yapılı olmasını sağlamak tarafı da var, kentsel tarım gibi. Dünyada kentsel tarıma çok önem veriliyor. Kent içinde dayanıklılığı artırıyor. Dünyada en iyi örneklerden biri olarak Küba gösterilir. Bunun temel sebebi, Soğuk Savaş bittikten sonra Sovyetler’den yardım alamamaları ve açlık yaşamaları. Dolayısıyla buldukları her yere ürün ekiyorlar, bu da ciddi bir dayanıklılık getiriyor. Kent içinde üretmek, kriz zamanı hatırlanan ve sonra unutulan bir süreç, bunu kalıcı hâle getirmek lazım. Ciddi teknolojik ve tasarımsal yenilikler var. 

Ayrıca itibarın da altının çizilmesi gerekiyor. 15 Ekim Dünya Gıda Günü’nün 2020’deki başlığı “Gıda Kahramanları”ydı. Dünyada da bu sorun var. İtibar yok, tarımsal nüfus çok yaşlı. Bunu aşağı çekecek çalışmalar yapmak lazım. Türkiye, tarımdaki olumsuz tabloya rağmen hâlâ iyi durumda. Potansiyeli var, ama kullanması gerek. 

Türkiye bugün tarımsal hasılada dünyada onuncu. Bu sıralama olumlu anlamda değişebilir, ama bunun için önceliklendirme gerekiyor. Bu da en azından yerel yönetimlerden başlayabilir. 

Yerel yönetimlerin sahaya hakimiyeti olduğu için gerekli desteği verebilir ve müdahalelerde bulunabilir. Dünyada yerel yönetimlerin yükselişte olmasının sebebi bu, yerele hakimiyet. Merkezi yönetimden bu anlamda hizmet beklemek yavaşlatıcı, ancak yerel yönetimler daha hızlı. tarım bakanlığından politika bekleyene kadar yılar on yıllar geçiyor o yüzden yerel yönetimler çok daha hızlı. 

Nihai hedefimiz, İstanbul’u dayanıklı hâle getirmek, refah ve adalet kelimelerinin tesis edildiği atıksız ve iklim dostu bir düzen kurabilmek.